31 Ağustos 2011 Çarşamba

Eurobasket 2011 - Grup Aşaması 1. Maçlar


Eurobasket 2011, 31 Ağustos'ta oynanan grup ilk maçlarıyla başladı. İlk maçlarda herhangi bir sürpriz yaşanmazken, tüm takımların bocalaması dikkat çekti. Kendi oyununu tam olarak yansıtabilen bir takım yoktu.

A Grubu'nda favoriler, İspanya, Litvanya ve Türkiye maçlarını kazanmayı başardılar. İspanya, Polonya karşısından beklenenden çok daha fazla zorlandı. Turnuvanın bana göre en kuvvetli takımı konumunda İspanya ve kendi içlerinde sorun yaşamadıkları sürece şampiyonluğun en kuvvetli adayı durumundalar. Ancak Polonya karşısında pek de turnuvanın havasına giremediklerini gösterdiler. Pau Gasol'ün muhteşem 29 sayılık performansı olmasaydı, İspanya belki de beklenmedik bir yenilgiyle turnuvaya merhaba diyecekti. Polonya üç favorinin ardından grubun en iyi takımı gibi duruyor, büyük ihtimalle dördüncü sırayı alırlar. Ev sahibi Litvanya, turnuvanın bir başka iddialı takımı. Ev sahibi olmalarının yanında genç yetenekleri tecrübeli isimlerle harmanlayan bir kadroyla turnuvaya geldiler ve başarılı olmaları kuvvetle muhtemel. Büyük Britanya karşısında onlar da bocalar gibiydi. Özellikle üçüncü çeyrekte yaptıkları 10 top kaybı hiç hoş bir sinyal değildi. Rimantas Kaukenas'ın clutch bir performans sergilemesiyle Litvanya sürprize izin vermedi. Büyük Britanya'da ise tüm takımın Luol Deng'in sırtına bindiğini görüyoruz. Deng oyundan hiç çıkamadı maçta, zamanla yorulabilir. Milli takımımız ise, turnuvanın en zayıf takımı olarak kabul edilebilecek Portekiz'le oynayarak turnuvaya merhaba dedi. Türkiye en kötü, Portekiz en iyi oyununu oynasa dahi Portekiz Türkiye'ye rakip olabilecek bir takım değildi. Bu yüzden maçı ölçü olarak almak yanlış olur. Yine de Enes Kanter'in çok formda görüntüsü, topu çok iyi paylaşmamız ve herkesin süre alıp skor üretmiş olması turnuvanın geri kalanı için güzel sinyaller. Portekiz'in grupta galibiyet alması çok zor görünüyor.

B Grubu'nda Sırbistan, Fransa ve İtalya beklendiği üzere maçlarını kazandılar. Sırbistan-İtalya maçı ilk gün programının en ilgi çekici maçıydı. Dünya Şampiyonası'nda yarı finalde Türkiye'ye yenilen Sırbistan, takım olma açısından turnuvanın en kuvvetli takımı gibi görünüyor. İtalya karşısında ilk çeyrekte geriye düşmelerine karşın takım halinde gösterdikleri gelişme ve maçı bir anda kontrolleri altına almayı başarmaları çok iyi sinyallerdi. Genç uzun Milan Macvan'ın çok verimli oluşu da Sırpları epey sevindirmiş olmalı. İtalya ise turnuvanın sürpriz takımlarından biri olmaya talip. Ancak şut performanslarının hiç düşmemesi ve daha iyi savunma gayreti göstermeleri gerekiyor. Yıllar sonra ilk kez istediğine yakın bir kadroyla bir büyük turnuvaya katılan Fransa, Letonya karşısında beklediğinden fazla zorlandı. Ama bunu oyun içindeki hatalarla açıklamak mümkün değil. Letonya takımı muhteşem bir şut performansı gösterdi, başta 32 sayı kaydeden Janis Blums olmak üzere. Yine de Fransızlar kalitelerini göstererek Tony Parker'ın 31 sayısının liderliğinde galibiyeti almayı başardılar. Önleri açık görünüyor, sert savunma yapan bir takım gelene kadar. Letonya'nın ne yapacağı ise şutörlerinin durumuna bağlı. Almanya grup ilk maçlarının en farklı galibiyetini İsrail karşısında aldı. Dirk Nowitzki-Chris Kaman pota altı ikilisiyle çok canlar yakacak gibi göründüler. Rahat bir şekilde İsrail pota altını domine ettiler ve takımlarını kolay bir galibiyete taşıdılar. Bu ikiliyle birlikte Almanya son yıllarda aradığı başarılara yaklaşabilir. İsrail ise vasatın altında kadrosuyla geleceğinin pek parlak olmadığını gösterdi.

C Grubu, diğer gruplara göre daha yakın maçların geçtiği gruptu. Buna karşın fire veren olmadı. Grubun favorisi Yunanistan, eksik kadrosunun etkisiyle Bosna Herske karşısında zorlandı. Dimitris Diamantidis, Theodoros Papaloukas, Vasileios Spanoulis gibi yıldızların eksikliğini çok hissediyorlar bariz şekilde. Bu maçta takımı sürükleyen isim olan Nick Calathes'e turnuva boyunca çok iş düşecek. Eğer Bosna Hersek'in şutörü Mirza Teletovic 9'da 0 gibi facia bir üçlük oranıyla oynamasaydı, Yunanistan kazaya uğrayabilirdi. Son yıllardaki en başarısız derecelerini almaları muhtemel. Grubun bir diğer iddialı ekibi Hırvatistan, beklenenden çok çok daha fazla zorlandı. Elemelerde altıda altı yaparak Eurobasket'e kalan Finlandiya, Hırvatistan'ı son ana kadar sıkıştırdı. Müstakbel Fenerbahçe Ülkerli Bojan Bogdanovic'in muhteşem 27 sayılık performansı olmasaydı, Hırvatistan bir şok yaşayabilirdi. Finlandiya takımı öne çıkan bir yıldızı olmamasına rağmen takım olarak yaptığı iyi hücumla dikkatleri üstüne çekti. Grubun diğer maçında ise Karadağ, Makedonya'yı mağlup etmeyi başardı. Yalnızca 500 kişinin izlediği maç, izleyicilere pek de bir şey vaad etmiyordu aslında. Bob McCalebb'in sırtladığı Makedonya, Vladimir Rasic'in pota altındaki müthiş dominasyonuna (20 sayı - 16 ribaund) karşı gelemedi. İki takımın da turnuvada pek geleceği yok gibi görünüyor. Güçlü görünen Karadağ, Finlandiya'nın arkasında kalırsa şaşırmam.

D Grubu'nda iki favori de maçlarını kazandılar kazanmasına ama zayıf rakiplerine pek de bir dominantlık gösteremediler. Eurobasket 2009'un üçüncüsü Slovenya, zayıf Bulgaristan'ı zar zor geçebildi. Pota altında Earl Rowland'ı bir türlü durduramadılar, bireysel yeteneklerle devirebildiler Bulgarları. Takım olarak kenetlenmeyi becermeleri lazım tekrardan. Birbirine yakın iki kültürün maçında Rusya, Ukrayna'yı Andrei Kirilenko'nun liderliğinde geçti. Rusya bol alternatifli ve güçlü bir kadroya sahip, eğer top paylaşımını daha iyi yaparlarsa ilerleyebilirler turnuvada. Ukrayna kısıtlı yeteneğiyle bir yere gelecek gibi görünmüyor. Gürcistan, Belçika'yı rahat geçerken, takım olma anlamında hiç de fena iş yapmadı. Pek iyi görünmeyen Slovenya'yı zorlamaları şaşırtıcı olmaz benim adıma.

Pek seyir zevki yüksek bir ilk gün olmasa da, üst seviye basketbolu özlediğimizi gösterdi Eurobasket 2011'in başlangıcı. Devamının daha güzel gelmesi ve milli takımın da başarıya doğru gitmesi dileğiyle.

---------------------------------------

GÜNÜN LİDERLERİ

Sayı

1. Janis Blums (Letonya) : 32
2. Tony Parker (Fransa) : 31
3. Pau Gasol (İspanya) : 29
4. Bojan Bogdanovic (Hırvatistan) : 27
5. Dirk Nowitzki (Almanya) : 25

Ribaund

1. Vladimir Dasic (Karadağ) : 16
2. Elvis Evora (Portekiz) : 12
3. Andrei Kirilenko (Rusya) : 11
4. Viktor Sanikidze (Gürcistan) : 11
5. Predrag Samardzinski (Makedonya) : 11

Asist

1. Milos Teodosic (Sırbistan) : 8
2. Tony Parker (Fransa) : 7
3. Thomas Kelati (Polonya) : 7
4. Stiven Bertt (Ukrayna) : 6
5. Petteri Koponen (Finlandiya) : 6

Blok

1. Ömer Aşık (Türkiye) : 4
2. Pau Gasol (İspanya) : 2
3. D.J. Mbenga (Belçika) : 2

Top Çalma

1. Vojdan Stojanovski (Makedonya) : 4
2. Bob McCalebb (Makedonya) : 4
3. Andrei Kirilenko (Rusya) : 4

---------------------------------------

GÜNÜN PERFORMANSLARI

 Janis Blums (Letonya) : 32 Sayı - 6 Asist - 1 Ribaund
Tony Parker (Fransa) : 31 Sayı - 7 Asist - 3 Ribaund
Pau Gasol (İspanya) : 29 Sayı - 7 Ribaund - 0 Asist
Luol Deng (Büyük Britanya) : 25 Sayı - 10 Ribaund - 4 Asist
Bojan Bogdanovic (Hırvatistan) : 27 Sayı - 7 Ribaund - 2 Asist

12 Ağustos 2011 Cuma

Bir "Büyük" Rekabet

Neden spor izlersiniz ? Neden birkaç sporcunun bir hedef uğrunda uğraşmalarını takip edersiniz, sizin bundan kazanacağınız hiçbir şey yokken ? Kendi içinizde yokluğunu hissettiğiniz bir durumun giderilmesi için midir bu, yoksa bir şeylerden keyif aldığınız için mi ? Keyif aldığınız şey spor denince akla gelen ilk şeydir, rekabet.

Bir basketbol maçı izlediğinizde takımlardan birisi farkı otuz sayıya çıkartırsa, o maçı izlemekten sıkılırsınız. "Bu nasıl maç, bunlar nasıl oyuncu" gibi sitem dolu sorular sormaya başlarsınız. Barcelona futbol takımı, Almeria'ya ilk yarıda beş tane gol attıktan sonra, ikinci yarıyı izlemenin ne manası kalır ki ? Boş boş top çevirmeler, kendini zorlamayan bir Barcelona. Rakibe saygıdandır bu yaptıkları, rekabet ortadan kalkmış madem büyüklük bizde kalsın hesabı. Rekabet unsurunun kaybolduğu bir spor müsabakası, hiçbir şey ifade etmez. Ne seyir zevki kalır, ne de bir amaç.

İşte bu yüzden basketboldaki rekabetler insanı bu oyuna daha fazla bağlamıştır her zaman. 80'lerde Magic Johnson-Larry Bird, 90'larda Chicago Bulls-Jordan gazabına uğramış yüzüksüzler ordusu, 2000'lerde LeBron James-Kobe Bryant derken, her zaman bir rekabet bulunmuştur NBA'de. Birkaç önder adam öne çıkmış, kitleleri peşlerinden sürüklemiştir. Bugün NBA dediğinizde aklınıza ilk gelen şeyler herhalde LeBron James'le geçilen dalgalar ve onun her yerde Kobe'yle kıyaslanıyor olmasıdır. Bazen bıkkınlık veriyor olsa da, bu spor hakkında muhabbet yapmanızı sağlıyor bu etken, bunu görmek gerek. Bu büyük rekabetlerin ortaya koyduğu en önemli noktalardan birisi de, her zaman savunulan bir şeyin oluşudur. Futboldan bir örnek vermek gerekirse, 50'li yıllardaki Pelé-Garrincha rekabeti Brezilya futboluna damgasını vurmuştur. Pelé büyük bir disiplin abidesi ve çalışkan bir isimken, Garrincha kazandığı parayı kadınlara ve içkiye yatıran bir futbolcuydu. Brezilya'da hemen herkes bu iki isimden birisinin tarafını tutar, içten içe yansıttıkları bu görüşlerin kavgasını yaparlardı.

Şimdilerde James-Kobe olarak literatürde yer alan "Büyük Basketbol Rekabetleri" kavramının ilk ortaya çıktığı rekabetlerden birisi, Wilt Chamberlain-Bill Russell rekabetiydi. Pelé-Garrincha'da olduğu gibi bu rekabette de iki kutup vardı. Bill Russell, kazanmayı her şeyin önünde tutan, çok güçlü bir takımın oyuncusuydu. Basketbol oynama amacı kazanmaktı. Wilt Chamberlain ise, bu oyunu zevk için oynayan, kazanma hırsıyla dolup taşmayan, kötü bir takımın oyuncusuydu. Basketbol oynama amacı oyundan zevk almak, ve ünlü bir insan haline gelmekti. Tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi, yine iki taraftan birisini desteklerdi halk, oyuncuların kaşlarına gözlerine hayran olduklarından değil, içinde bulundukları görüntüden dolayıydı kavga.

Bill Russell, Boston Dynasty'nin bir numaralı ismiydi. Red Auerbach liderliğindeki Boston Celtics, inanılmaz güçlü kadrosuyla ligi domine ediyordu. Kadroları o kadar güçlüydü ki artık rekabeti azaltmaya başlamıştı bu durum, insanlar şampiyonluk rekabetinden soğumaya başlamış, kişisel rekabetlere dönmeye başlamıştı. Bob Cousy, Tom Heinsohn, John Havlicek, Sam Jones, K.C. Jones ve diğerleri. Bill Russell'ın yanında bu isimler rakip tanımıyor, yüzükleri silip süpürüyorlardı. 1957-1969 döneminde 13 sezonda tam 11 şampiyonluk kazandılar. Bu dönem, Bill Russell'ın NBA'de aktif basketbol oynadığı dönemi kapsar.

Wilt Chamberlain ise Philadelphia Warriors/Philadelphia 76'ers'ın tek başına halay çeken adamıydı. Takım arkadaşları değil onun kalitesinde olmak, yakınından bile geçmiyorlardı, Hal Greer'ı bir kenara bırakırsak belki. Vasat oyuncular + Hal Greer + Wilt Chamberlain gibiydi Philadelphia'nın yapısı. Sorumluluk almaktan o kadar uzaktı ki oyuncular, Wilt Chamberlain bazen maç başına 60 şut kullanırdı. (Ki bu sonraki yıllarda talihsiz bir şekilde bencil olduğuna yorulmuştur, buna sonra geleceğiz) Kazanma hırsı yüksek bir oyuncu olmadığından, oynar, maçları domine eder, giderdi. İş sıkıya gelince ise kendini çok zorlamazdı. Bu yüzden kariyerinde yalnızca iki şampiyonluk alabildi Russell'ın 11 şampiyonluğunun yanında. Bu şampiyonluklardan bir tanesinin Russell basketbolu bıraktıktan sonra Jerry West ve Elgin Baylor'la oluşturduğu Big Three'yle geldiğini düşünürsek, bir şampiyonluk bile diyebiliriz bu kıyasta.

Böyle yazdığımzda, Chamberlain bir loser gibi görünüyor. Sanki uğraşmış didinmiş de Russell ve arkadaşları domine etmiş gibi. Russell'ın takımı o kadar güçlüydü ki zaten yıkmak için sihirli performanslar gerekiyordu. 1958 yılındaki St. Louis Hawks yenilgisi buna bir örnektir. Hawks pivotu Bob Pettit tarihe altın harflerle geçmiş bir performansa Celtics'i tek başına yıkmıştı. Pettit'in zaferinin dışında kaybedilen tek şampiyonluk 1967 yılında geldi. Celtics Konferans Finali'nde 76'ers ile eşleşti. Daha önceki randevularda Wilt Chamberlain bireysel olarak Bill Russell'ı adeta ezip geçmişti. Russell hiçbir şekilde durduramıyordu Wilt'i, hücumda da kilitleniyordu Wilt tarafından. Ancak Celtics diğer silahlarıyla rakibini geçmeyi biliyordu. 1967 yılında Chamberlain yaşının ilerlediğini (30 yaşına gelmişti) ve hala yüzük almamış olduğunu düşünerek, kendisinden hiç beklenmedik şekilde büyük bir hırs gösterdi. Sadece hücumu domine etmekle bir yere varamayacağını düşündü ve Hal Greer'dan daha fazla sorumluluk almasını isteyerek kendisini savunmaya yönlendirdi. Bu seri, o zamanlarda maçı izleyenlerin anlattığına göre Wilt'in en büyük savunma performansıydı. O zamanlar blok istatistiği tutulmadığı için günümüze bu kayıt gelmedi, ancak anlatanların söylediğine göre Wilt bu seride 20+ blok ortalaması tutturmuştu. Russell'a hiçbir şey yaptırmıyordu hücumda. İnanılmaz şekilde kilitlemişti rakibini. (Russell bu seride kariyerinde hiç görülmemiş şekilde sadece 6 sayı ortalaması tutturabilmişti) Bunun yanında Wilt şampiyonluğu çok istediğini her yerde gösteriyordu. SSeriyi 10'a yakın bir asist ortalamasıyla bitirerek takımının asist lideri olmuştu. Clutch anlarda da Celtics'i yıkıp geçen isimdi Wilt. 4-1'le Celtics'i geçip sonra da şampiyonluğa ulaşmışlardı.

Chamberlain kazanmak istediğinde, bir yolunu bulup kazanıyordu. Eşit şartlarda oynamış olsalar Wilt belki de çok daha büyük başarılara sahip olacaktı ama olaylar öyle gelişmedi. Takımlar hakkındaki mevzular bu şekildeydi rekabette.

Bireysel konularda ise iki oyuncu savunma yönünden çok benzerdi. İkisi de inanılmaz atletlerdi ve ribauntçuluk, blokçuluk özellikleri muhteşemdi. Chamberlain 22.9, Russell 22.5 ribaund ortalamalarıyla kariyerlerini tamamladılar. Ancak aralarındaki farkı yaratan durum, hücum becerileriydi. Wilt atlet olmasının yanında post hareketlerini muntazam bir şekilde yapıyor, orta mesafeden de sayı bulabiliyordu. Takımı ona hiçbir set çizemese dahi kendi kendine oyunda set çizip savunmayı yıldırabiliyordu, müthiş atletikliğinin yanında oyun zekasına da sahipti. Bill Russell ise hücumda pek fazla efektifliği olmayan bir oyuncuydu. Şutu hiç yoktu, post hareketleri de zayıftı. Takım arkadaşlarının ona hazırladığı pozisyonlarla müthiş atletizmini kullanıp smaçlar vururdu. Aslına bakarsanız hücuma çok da fazla ihtiyacı olmazdı, çünkü takım harika hücumcularla doluydu. Russell kariyerini 15, Wilt 31 sayı ortalamalarıyla bitirdiler. Yine de bu, kıyas açısından çok adil olmayacaktır keza Russell hücumda pek dominasyon yapmazken Wilt zorunluluktan maçlarda 60 şut deneyebiliyordu. Pas verdiği adamların büyük kısmı potayı göremediği için bunu yapmak zorundaydı, bencillikle alakası yoktu şut tercihlerinin. Ancak iki oyuncunun şut yüzdelerine bakmak, hücumları arasındaki farkı açıklamaya yetecektir. Russell kariyerini %44, Chamberlain ise %54 şut yüzdesiyle tamamladılar. Chamberlain hücum olarak Russell'dan daha üstün bir oyuncuydu.

Bu iki büyük adamın rekabeti, iki görüşün çarpışmasıdır her zamanki gibi. Bir taraf, kariyer başarıları daha fazla olan, daha fazla şampiyonluk yaşamış oyunculara değer verirken, diğer taraf bireysel başarılara önem verir. Bazıları ise ikisini ortalar, bu orta taraf genelde objektif olan taraftır. Orta tarafın bir üyesi olarak ben, her daim Wilt Chamberlain'in Bill Russell'dan üstün bir oyuncu olduğunu savunmuşumdur. İstatistikler, maçlar, başarılar ortada, değişenler veriler değil, insanların onlara olan bakış açıları sadece.

Bu iki büyük adamın rekabeti, burada bana koca bir köşe yazısı yazdırırken, kısa bir süreliğine de olsa sizlerin de bu aleme dalmanızı sağladı. Spor, rekabetleriyle güzel, rekabetlerinin sohbetiyle güzel. Bill Russell şimdilerde 77 yaşında, Wilt Chamberlain'i ise maalesef 63 yaşında 1999 yılında kaybettik. Yapabileceğimiz tek şey, bu iki büyük adamın güzel rekabetini izlemek, hatırlamak, konuşmak ve anılarını yaşatmak. Her zaman rekabet içeren bir basketbol dileğiyle.